TRT İzmir radyosunda katıldığınız programda gördük ki, insanlar sizi ziyadesiyle özlemişler. Sevenlerinize neler söylemek istersiniz?
Aslında bende özledim. Ama böyle yirmi küsur sene aralıksız yayın yaptıktan sonra bu ara verme aslında bana da iyi geldi. Bende kendimi toparladım.
Örneğin, yeni bir kitap yazdım: “Yüz Yüze”. Aynı formatta ikinci kitap da hazır. Normalde “Yüz Yüze 2” gibi, belki “Göz Göze” koyacağız adını. Öte yandan yeni yeni konserlerimize başladık tekrardan. Yeni konserden geldim.
Türkiye’nin bilumum köşelerinde özlediğimiz sevenlerimizle tekrar bir araya geliyoruz. İnşallah bunun müjdesini de buradan vereyim. Birkaç radyoyla da görüşüyoruz. Bu sene, kısa bir süre içerisinde yine radyoyla da geri döneceğiz inşallah.
Memuriyet döneminizden biraz bahseder misiniz?
İlk 1988’de TRT’de dublaj seslendirme yaparken, 1990’da babamım bulunduğu, daha önce tatil zamanlarında çaycılık yaptığım yerde memur oldum. Memurluk sınavları açılmıştı, girdik, kazandım.
Beş sene memuriyet yaptım. Ama memuriyetin bana göre olmadığını anladım. Hatta öyle bir duam da vardı benim: “Allah’ım bana öyle bir iş ver ki gece oturayım, gündüz yatayım.” Allah da nasip etti. Sonra 1996 senesinde Ankara’da Kanal 6 televizyonunda haberlerini okumaya başladım.
Bu yüzden istifa ettim memuriyetten. Ama biz atadan dededen memur olduğumuz için benim memuriyetten ayrılmam biraz zaman aldı. Yani kabulü ailede zor oldu. Babam çok basiretli, ferasetli bir adamdı.
Babama “Kanalda seslendirme teklifi var sen ne dersin?” dedim. Şöyle bir düşündü: “Git oğlum.” dedi. Babamın kararı ve duasıdır aslında bu günlere kadar gelmem.
Babamın ve anamın duasını çok aldım. 1996 senesinden önce de yani seksenli yılların sonuna doğru mankenlik yapıyordum. Mankenlik yaparken babam buna çok bozuldu. Birde o dönem Ahu Tuğba’nın “Mankenler” diye bir filmi çıkınca, babamda biraz muhafazakar olunca bana dedi ki: “Ben hacca gidiyorum hacı babanın artist oğlu dedirtmem. Hakkımı da helal etmem. O işi bırakacaksın.”
Onun üzerine ben mankenliği de bıraktım. Biraz kırıldım o günkü gençliğin verdiği heyecanla, kırıldım ama babamızın sözü dedim. Baba hakkını helal etmezse Allah korusun… “Peki baba” dedim. Sen öyle diyorsan öyle olsun.
Bıraktım. Ardından özel radyolar, televizyonlar açılınca bize bir kapı açılmış oldu. Sonra, ben işimin bu olduğunu anladım. O gün bu gündür de şiirin haricinde hiçbir işle uğraşmadım. Yani kitap yazdıysam şiir üzerine, radyo programı yaptıysam şiir üzerine, Tv programı yaptıysam şiir üzerine, sahne alıyorsam, konser veriyorsam hep şiir üzerine.
Şiir hayatımın bir parçasıdır ve hani sevdiğin bir işi yapmak çok güzel bir duygu. Ben bunun için yaratılmışım ki 21 Martta doğmuşum. Dünya şiir gününde doğmuşum. Yani bunu sonradan öğrendiğim zaman beni çok etkilemişti mesela.
İşin şiir olsun. Türkiye’de kaç tane adamın işi şiir ki? Sanatçı çok bulursun da, şarkıcı, türkücü falan ama şiir okuyan çok az, o garip bir şey yani. Birde dedim ki: “Baba niye 21 Martta doğmuşken, nüfus kâğıdımda 22 Mart yazıyor? “O gün param yoktu” dedi. Bu da şiir gibi aslında bakarsan… yani “O gün param yoktu, gidemedim, ertesi gün yazdırabildim.”
Hayat beni bir şekilde doğduğum günden bu güne kadar hep buraya getirdi. O gün bu gündür de böyle devam ediyor.
1993’ten bu yana herkesin Bedirhan ağabeyi oldunuz siz. Öyle bir sorumluluk var üzerinizde. Şunu da yapmasaydım dediğiniz oldu mu?
Hiç… pişman olduğum hiç bir şey olmadı desem yeridir. Ben çevremde büyüklerimle istişare etmeden hiçbir iş yapmadım. Meslekteki büyüklerimin fikirlerini almadan hiçbir atılımın içerisine girmedim.
Bundan dolayı da geriye dönüp baktığım zaman, bir tek keşke dediğim durum: “İngilizcemi ilerletseydim” dediğim durumdur. Bununla İngilizce metinler ve İngilizce şiirler seslendirebilirdim. Dünyaya açılabilirdim. Belki de Türkiye çok baskın geldi, burası yeterli geldi.
Mesela benim şiir okumamda Orson Welles’in çok etkisi vardır. Hem bir radyo programcısıydı hem şiir yorumcusuydu. Ondan dinlediğim şiirler beni çok etkilerdi. İkinci bir dil ile dünyaya açılabilirdim. Yabancı dille şiirler seslendirebilirdim. Pişmanlıksa evet bir tek budur.
Sevgili genç kardeşlerime bunu da salık veririm. Mutlaka bir yabancı dil öğrensinler. Meslekleri işleri ne olursa olsun. Onun haricinde de aklıma gelen pişman olduğum hiç bir şey yok.
Radyoyu çok seviyorum, radyoculuğu seviyorum. Orada dinleyicilerle dertleşmeyi seviyorum. Bana “ağabey” diyorlar. Vallahi niye “ağabey” dediklerini bilmiyorum. Ailedeki bir büyük gibi geldik belki de. Hayata dair, o kapanışta yaptığımız, o kapanış konuşmaları biraz da belki işi oraya getirdi.
Ama hep söyledim. Ben örnek olmaya çalışmadım. Kötü örnek olmamaya özen gösterdim. Kötü bir örnek olmayayım, iyi bir örnek olmasam da. Bunun karşılığını da toplumda görüyorsunuz.
Öyle saygıyla sevilmek her sanatçıya nasip olmaz yani, çok şükür.
Bedirhan Gökçe ailesinin bir ağabeyi olmak size nasıl bir sorumluluk yüklüyor?
Attığın her adıma dikkat edeceksin. Ağzından çıkan her kelimeye dikkat edeceksin. Türkiye çok kaygan bir zemin… Türkiye’de bugün söylediğiniz şeyler, bir başka gün yanlış anlaşılabiliyor. Ama buna rağmen benim yirmi yıllık radyo kayıtlarım, geçtiğimiz 20 Ağustos 2018 yılı itibari ile radyoda çeyrek asır geride kaldı.
25 Yıllık radyocuyum. Çok şükür “Sen vakti zamanında şunu demiştin” diyerek, bu güne kadar kimse bir kelimemi bir cümlemi karşıma getirmedi. Çünkü ben, bu ülkeyi hesapsız sevdim. Bu ülkenin insanlarını hesapsız sevdim.
Birisi solcu diye, birisi sağcı diye, birisi Alevi diye, birisi Kürt diye, birisi Çerkez, birisi Ermeni diye hiç ayırmadım. Bu ülkenin her bir kesimini bağrıma bastım. Her bir kesimi de beni bağrına bastı. Ben iddia ederim. Türkiye’de benim kadar memleketin dört bir köşesinde sahne almış ikinci bir sanatçı yoktur.
Yani, en uç Hakkâri’den tut Batman’dan tut Tekirdağ’a kadar… Yani bir kesim batıda sahne alır, bir kesim doğuda; bir kesim İç Anadolu sanatçısıdır, bir kesim Egenindir.
Üç yerde sahne almamışım; Şırnak, Iğdır, Uşak. Çok ilginç… Bunun haricinde bu coğrafyada gitmediğim ve sahne almadığım yer kalmamış.
Küçüklerin de büyüklerin de Bedirhan ağabeyi olmanıza vesile olan maya bu mu?
Bilmiyorum, bunun adını ben koyamam ki? Bana ağabey diyen birine sorman lazım. Niye elin adamına ağabey diyorsun demen lazım. Babamın bana bir vasiyeti oldu. Dedi ki: “Oğlum, yükseldikçe alçal sen kazanırsın.” Hiç unutmam bu sözünü. Babam benim için örnek bir karakterdi.
Ben o yüzden sanatçı oldum ama hiç artist olmadım. Yani sokak ağzıyla konuşuyorum. Topluma farklı bakmadım. İşte Ankara’da buralar benim büyüdüğüm mahalle. Buralar, köpeklerle koşturduğum, kedilerle koşturduğum kelebek kovaladığım bir mahalle. Binerek geldiğim arabayla ya da ekonomimin değişmesiyle falan hiç bir zaman o artistlik havasını vermedim.
Yani ezmek kelimesini kullanmak istemem o yanlış bir şey olur da çıktığım mahalleyi muhiti, arkadaşları komşularımı gelir ziyaret ederim. Hemen Ziynet teyzelere, Güllü teyzelere, kimler varsa… Çocukluk arkadaşlarımla hala görüşürüm mesela. Bakıyorum onlar birbirleriyle görüşmüyorlar. Ama ben geldiğimde hepsini toparlarım mahalle arkadaşlarımı, çocukluk arkadaşlarımı. Bugün artık hepsi evlenmiş, barklanmış, çoluk çocuk sahibi olmuş ama bir araya geliriz.
Ramazanlarda eğer mümkünse iftar yaparız, yapamasak da bir sahur yaparız hep beraber. Buna bağlıyorum ağabey olmayı. Hiç bir zaman o renkli hayatın renklerine kapılmadım. O neon ışıklarının altında kaybolmadım.
Adım işte o yukarılara yazıldığı zaman da Bedirhan Gökçe diye insanlar sevgilerini hayranlıklarını bildirdikleri zamanlarda da “vay ben sanatçıyım” demedim yani. Bu aileden gelen bir şey olabilir. Fani olduğum duygusunu hiç kaybetmedim bundan olabilir.
İstanbul’da radyom Zincirlikuyu mezarlığına çok yakındı. “Güneşin üzerine doğup battığı her şey bir gün ölümü tadacaktır” sözünü hiç unutmadım. Zincirlikuyu’ya gittiğim zaman, Türkiye’nin bütün vazgeçilmezlerinin toprakta olduğunu gördüm. Çok büyük sanatçıların da…
Bir gün bende gideceğim. Baki kalan şu kubbede bir hoş seda olmaktır önemli olan. Bende buna özen gösterdim. Mesela mütevazı olmaya falan özen göstermedim. Neysem o olmaya çalıştım kameranın önündekiyle ardındakiyle. Öyle olduğu zaman halk da biliyor, halkın bir basireti var. Halk görüyor sanatçıyı.
Bu günün internetinde, elhamdülillah sosyal medyada paylaşım yapıyorum. Bir tane kötü söz yazan yok.
Sizin tabirinizle “doğru yerde yanlış adam olmaktansa, yanlış yerde doğru adam olmayı seçtim” diyorsunuz.
Aynen öyle. Birde bizim bu mahalle sağcıydı mesela bir yukarı da solcu. Biz milliyetçi muhafazakar kültürle büyüdük. Ebed – Müddet – Devlet duygusuyla büyüdük.
Ama benim Fevzi ağabeyim, amcamın oğlu olan, Sol’dan içeride yattı. Ben çocuktum. Nazım Hikmet’i de Fevzi ağabeyimden öğrendim. Sol şairleri de ondan öğrendim.
O yüzden böyle bir tarafım sağcı bir tarafım solcu olduğu için ben hiç taraf olmadım. Bunun bana kattığı kazanımların çok fazla olduğunu gördüm.
Kimseye öteki diye bakmadım. Kimseyi benim duygumla olmayan insanlara, tu kaka demedim. Elimin tersiyle itmedim ve ötekileştirmedim.
Bundan dolayı da konserlerime gittiğim zamanda onu görüyorum. Sağcısı, solcusu, alevisi, ülkücüsü, hepsi geliyor yani. Sen nasıl bakarsan, sana da öyle bakarlar.
Biz bilir miydik Barış Manço’nun fikri ne, Kadir Savun’nun fikri ne? Bilmezdik. Onlar bizi severdi, biz de onları severdik. Bende öyle olmaya çalıştım.
Bu yıl babanız Zekeriya amca gibi (cennet, mekânı olsun), babanızdan ayrı olarak baba gibi sevdiğiniz Cemal Safi’yi kaybettiniz. Cemal Safi ve Abdurrahim Karakoç gibi değerler hakkında neler söylemek isterdiniz?
Bir kere bana çok şey kattılar. Cemal Safi her zaman o hakkı teslim etmiştir. Mesela evlat derdi: “Benim şiirlerimi Orhan Gencebay şarkı olarak meşhur etti ama şiirlerimi sen meşhur ettin”.
Aynı sözü, Yusuf Hayaloğlu’ndan da duydum. Yusuf Hayaloğlu da bana derdi ki: “Ya Bedo, Ahmet Kaya benim şarkılarımı besteledi ama benim şiirlerimi sen meşhur ettin.”
Abdurrahim Karakoç, babamla aynı yaştalar. İkisi de 1932’liydi. Babamdaki sertliklerin tersliklerin aynısı vardı. O yüzden de öyle Abdurrahim Karakoç’la kurduğum o baba oğul ilişkisinde, babamı çok görürdüm.
Mesela bir şey olduğunda kızardı. Örneğin televizyonu izler, bir şey eleştireceği zaman açar söylerdi. Ben bir şeye takıldığım zaman telefon eder ona sorardım: “Hocam bu nasıl, burası nasıl, bunu nasıl yapmamız lazım?”
Bir de mesela minnetsiz bir adamdı. Hiç unutmam bir hatıramızı: Ben İstanbul’a taşındım. Bir sene gibi zaman geçti. Baktım bir gün İsmail Türüt arıyor: “Hoca ne yapıyorsun?” dedi. (Şiir okuduğum için İbrahim Tatlıses de bana hep “hoca” derdi.) Dedim: “Evdeyim misafirler var.” Oturuyoruz kardeşlerim gelmişti. “Bir yayına gelsene” dedi. Akşamın geç vakti “Yayına bu saatte mi çağrılır” dedim. Dedi ki: “Abdurrahim Karakoç burada, “Gelsin benim şiirlerimi Bedirhan okusun ben okumam” diyor.” Başkası olsa gitmezdim. Ama o çağırınca baba gibi geldi emir. Kalktım gittim.
Ondan sonra kulakları çınlasın bizim Uğur Işılak, Metin Şentürk, Abdurrahim Karakoç oturduk. Karakoç bir tane şiir okudu: “Gerisini Bedirhan okusun, Bedirhan varken ben okumam.” dedi. Böyle bir ayrı tarafımız vardı.
Cemal Safi bir röportajında:” Bedirhan ayrıdır” derdi. Allah yine gani gani rahmet eylesin Bülent Ecevit. Şairdi biliyorsunuz. O da, mesela yapılan röportaj da “Bedirhan Gökçe’nin şiirlerimi okumasından çok mutlu oluyorum” derdi.
Albüme girerken Ahmet Arif’in oğlu Filinta Arif, tanımıyordum da o zaman, dedim ki “Ağabey ben Ahmet Arif’in “oy havar” şiirini seslendirmek istiyorum”. Çok mutlu oldu.
Yılmaz Odabaşı, baktığın zaman bunlar hep birbirinden farklı zihniyette insanlar.
Bir gün Necip Fazıl merhumun evine gittim oğlu Mehmet ağabeyle. Mehmet ağabeyin şu sözü vardı mesela. Babam kimsenin şiir okumasını beğenmezdi “Bedirhan” dedi. Ama senden bir şiirini dinlemesini çok isterdim. Mesela “Babamın şiirlerini bir tek doğru yorumlayan sensin” dedi. “Herkes “asa” diyor. Babam çok takılırdı Türkçeye” dedi. Benim de biraz Türkçeye böyle düşkünlüğüm ve hassasiyetim olduğu için, “o ayrıntıyı yakalayan var mıydı” diye düşünürken gördüm ki Mehmet ağabey yakalamış o ayrıntıyı.
Bütün bunları üst üste koyduğun zaman bunlar çok onur verici şeyler. Yani Türkiye’nin en büyük kalemleri diyor ki: “Benim şiirimi o adam okusun”. Bu çok onur veren bir duygu… Ben de Allah var hiç bir zaman onları incitmedim.
Şimdi, anamla beraberdim buraya gelirken. “Bedirhan bu yaşına geldi bir gün karşımda durup da bana bir kötü laf etmedi” diyor. Yani aileden aldığımız terbiye, belki Çerkez damarımızda vardı büyüğe saygı. Bundan dolayı da herkes bir şairi toprağa verirken, ben sevdiğim insanları verdim.
Benim için çok ayrıydı hepsinin de cenazesinde bulundum. Cemal Safi’ye de Allah Rahmet eylesin. Babamla aynı sene vefat etti. Abdurrahim Karakoç’la babam aynı yerde yatıyorlar. Aynı mezarlıktalar, Bağlum’da. Benim için, güzel insanlar güzel atlara binip gittiler Nazım’ın dediği gibi.
Kitabınızda; “1980’lerde hiç bir şey yok huzur var; 2000’lerde her şey var, huzur yok.” diyorsunuz. Türkiye, huzuru nerede kaybetti?
Aslında bu sosyal ve kültürel açıdan çok derin, belki de başlı başına bir tez konusu. Biz, birbirimizi sevmeyi unuttuğumuz andan itibaren bu olay başladı.
İşte benim, bu gün bu röportajı yaptığımız şurada, Ankara Öveçler’de; bizim alevi komşularımız oturuyor. Kürtler oturuyor. Şurada Ali ağabeyler var ülkücü, Kürtler ama Mhp’li. Burada Kürtlerin hepsi Mhp’lidir. Şimdi, biz öyle bir mahallede büyüdük ki Türkiye mahallesiydi aslında bu. Kimseyi fikrinden dolayı yargılamıyorduk.
Mesela bir seçim zamanında gelirlerdi. Sizinkiler böyle yaptı. O da güler, ellerim kırılaydı da vermeseydim falan. Herkes kimin nereye oy verdiğini bilirdi siyasi olarak ama bölünmezdi. Sevgi çıkınca aradan garip bir kutuplaşma bir nefretleşme oldu.
Hâlbuki bizim ortak paydada buluştuğumuz çok şey var. Bir şiir okuyoruz, etkileniyoruz. Türkü dinliyoruz, etkileniyoruz. Efendim, aynı duygularda birleşiyoruz.
Mesela Habertürk televizyonunda on iki on üç dakikalık bir video bölümüm var İstiklal marşını anlattığım, bu röportajı okuyanlar eğer seyretmedilerse mutlak seyretsinler.
Sonrasında Mhp’nin Büyük Birlik’in, Ak Parti’nin, Chp’nin sayfalarında, benim o istiklal marşının anlatmam çok övgülerle paylaşılıyor.
Böyle bir Türkiye’de bu günün Türkiye’sinde, bizi bir yapan, bizim milli marşımız var. Ben Mehmet Akif hayranı bir adamım. Onun yaşam şekli, fedakarlığı, gözü pekliği, mertliği, dünyayı elinin tersiyle itmişliğiyle bambaşka bir adam Mehmet Akif Ersoy. Ve bu adam hakkıyla bilinmiyor.
Yani sadece bir fotoğrafı var, sadece istiklal marşını yazan değil bu adam, böyle bir adam değil. Bu şiir kolay yazılmadı. İşte o programda da anlatıyorum. Bir milletvekili maaşının sekiz altın olduğu bir dönemde, beş yüz altını reddetmek, bir altına ihtiyacın varken… Trabzon vekili Ali Bey’den bir altın borç alarak gider meclise. İşte böyle bir adamdan bahsediyoruz. Bu kaç kişinin yapabileceği bir fedakarlıktır?
Millet, paraya nerdeyse dinini değiştirdiği bir dönemde, her şeyini, değerlerini değiştirdiği bir dönemde, adam her şeyden geçmiş. Tam bir serdengeçti… Biz bu adamı hakkıyla bilmeli ve bildirmeliyiz, anlatmalıyız.
Ve ben onun üzerine Gençlik ve Spor Bakanlığı’yla birlikte yirmi beş tane büyük şehirde Kredi Yurtlar Kurumunda okuyan üniversite öğrencilerine, hocalarıyla beraber gittim bunları anlattım: İstiklal Marşı, Çanakkale ve Akif. Her programın içerisinde buna Diyarbakır Dicle Üniversitesi’ndeki Kürt çocuklar da dahil, hıçkıra hıçkıra ağladıklarını salon sesinden biliyorum.
Bizi biz yapan değerleri bizce anlattığın zaman kimseyi ötekileştirmediğin zaman, nasıl bizim tek yürek olduğumuzu görüyorsun. Çanakkale’nin nasıl geçilmediğini görüyorsun. Çanakkale’nin geçilmezinde bu var işte. Sen bir olursan birlik olursan seni geçemezler. Ama bölünür ve parçalanırsan, zaten düşmana gerek kalmaz yani. Ben bunu görüyorum.
Geçmişte bizim sevgi bağımız vardı. Biz bilirdik, oruç tutanı da tutmayanı da bilirdik. Oruç tutmayanı ayıplamazdık. Oruç tutmayan da bizim karşımıza geçip orucunu yemezdi. Karşılıklı müthiş bir saygı vardı. Yine örneğin sigara içenler, babasının karşısında nasıl sigara içmezse, komşu Ahmet amcanın karşısında da içmezdi. Ağabeyinin yanında nasıl oturuyorsa, ağabeyinin arkadaşının yanında da öyle oturuyordu.
Bizim bu mahallenin sarhoşları vardı, rakıyı alırlardı, kese kâğıdına sararlardı, koltuklarının altına saklarlardı. Gidip duvarın arkasında içerlerdi. Şimdi toplumun birbirine olan saygısı, mahallenin hocası, camiye gidene de gitmeyene de saygı duyardı. Bu gün aynı hocalar kendilerine sorsunlar aynı saygıyı görüyorlar mı?
Bizim Mehmet hocamız vardı, Kandil Camiinde. Burası eğer 1980’de sağcı-solcu diye bölünmediyse çok büyük emeği vardır, Karadenizli Laz hoca Mehmet hocamızın. Gelir eve yaşantımızı takip ederdi. Bir cami imamı klasik bir imam gibi değildi. Babam, işte babamı herkes bilir: Hacı Zekeriya amca olarak. Babamı bu mahalle de çalıştığı yerdeki bütün solcular da babam muhafazakâr bir adam olmasına rağmen sever hal-hatır sorarlar çok büyük saygı duyarlardı. Bu saygıyı oluşturan bir şey var: Sen bana saygı duyarsan ben sana saygı duyarım, sen bana sevgi beslersen, ben sana sevgi beslerim. Bu karşılıklı bir şey… Sen çocuğu nasıl büyütürsen, çocuğun öyle büyüyor.
Evet 2000’lerde her şeyimiz var. Çalan telefonlarımız var görüntülü. İşte bak güzel lüks ortamlarımız var. Ama o sevgi olmazsa, o huzur olmazsa bunların hiç bir anlamı yok. “Neyleyim köşkü neyleyim sarayı. İçinde salınan yar olmayınca.” Bizi biz yapan değerlerimizi yaşayıp yaşatmadığımız sürece, kendimizden olmayan insana yaşam hakkı vermediğimiz sürece sıkıntıya gireriz. Bizi biz yapan değerleri yaşatacağız. Bizden olmayan insanları anlamaya çalışacağız.
Şimdi mesela cenazeler oluyor, sanatçı ölüyor, paylaşıyorsun, “Gebersin, Cehenneme odun olsun.” gibi yorumlar yapıyorlar. “Kardeşim sen hangi dine mensupsun? Senin dininin peygamberi Allah Resulü, cenaze geçtiğinde, ayağa kalktığında, sahabe diyor ki: “Ya Resulallah bu Yahudiydi” Diyor ki: “İnsandı.”
İşte biz bunu kaçırdık. Bizim bir tane örnek peygamberimiz var. İnsan tarafını ele almak zorundayız. O peygamber olmazdan evvel neydi? “El emin”di. Sen “El emin” misin buna bak. Sana arkadaşın bir yere giderken arabasını teslim eder mi, karısını teslim eder mi, parasını teslim eder mi, dükkânının anahtarını teslim eder mi? Sen “emin” misin? Sana güvenilir mi? Hep bunu söylüyorum. Karşı komşunun dindar mı olmasını istersin, ahlaklı mı olmasını istersin?
Benim, İstanbul’da oturduğum yerde alt komşum Rus’tur. Karşı komşum yine yabancıdır. Ve çok ahlaklı insanlardır. Şimdi ben karşı komşumun ahlaklı olmasını isterim.
Ben gittiğim zaman anama bacıma varsa karıma, kızıma yan bakar mı bakmaz mı? Ya da bir şey olurda ben kapısını çalar mıyım çalmaz mıyım? Din nazarından bakmıyorum kimseye, din Allahın dini. Benim dini korumak gibi bir mükellefliğim yok. Allah Resulü’nü bile diyor ki: “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Yani Ebrehenin Kabeyi yıkmaya geldiğinde Abdulmuttalib’in dediği gibi: “Kabe’nin sahibi Allah, ben develerden sorumluyum.”
Biz bunları kaçırdık. Kendi içimizde böyle “her şeyin sahibi ben, ülkeyi en çok ben seviyorum, dini en çok ben seviyorum, değerleri en çok ben seviyorum.” gibi yaklaşımlar var. Değil, kardeşim. Herkes seviyor da anlatım şekillerimiz farklı. Farklı ifade ediyoruz sevgilerimizi.
Benim, işte solcu dediğim ağabeyim, içeri düştüğü zaman, ayakkabının altı delikmiş, cebinde bilmem ne kadar o günkü örgütünün parası varmış. Ama ahlaklı olduğu için o paraya ayakkabı almıyor işte başkasının diye. Ahlak dediğimiz kavram herkes için aynı bir kavram.
Namus dediğimiz kavram herkes için aynı bir kavram. Biz o sevgiyi kaybedince, hepimiz birbirimize yan bakmaya başladık. Kötü söz söylemeye başladık. Kötü sözde aksi seda oldu karşılığını buldu. O yüzden bugün bizim tez elden yapmamız gereken şey: O, dilde lafta sloganda değil, gerçekten ruhta o birliği sağlamak.
Cenazelerimiz düğünlerimiz, bizi biz yapan kandil gecelerimiz, milli gecelerimiz, dini gecelerimiz, bütün bunların ışığında geriye dön bak: Çanakkale geçilmemiş. Niye geçilmemiş; Bir olduğumuz için. Bir olursan Allah rahmetini yağdırır. Yağmur nereye çok yağar? Ağacın bol olduğu yere yağar. Karadeniz’e yağmur, Karadeniz yağmur bölgesi olduğu için yağmıyor. Emin ol ağaç olduğu için yağıyor. Ağaç çok olursa rahmeti çeker. Ağaç olmayan bir yeri ağaçlandır bakalım, oraya yağmur yağıyor mu yağmıyor mu?
Eskiden çöl olan bir yere bahar iniyor mu inmiyor mu? Sen bir olursan Allah da sana merhamet ediyor. Rahmetini indiriyor. Sen birbirine düşmüşsen Allah sana niye merhamet etsin ki?
Tez elden yapmamız gereken diğer bir şey: sevgiyi güçlendirmek.
Seksenlerde evet hiç bir şeyimiz yoktu. Biz gecekondu da bir sobalı evde yaşıyorduk. Üç gün el arabasında yattık tüp alabilmek için. Margarin kuyruğuna girdiğimi dokuz onlu yaşlarda, tam sıra bana geldi polis copu uzattı: “Tamam” dedi. Yani, içerideki istihdam bu kadar, giremezsin. Sabah gitmişim, saat 16:00 olmuş. Ben geriye dönsem, evden dayak yerim: “Sen kesin oraya gitmedin.” derler. Orda beklemişim o kadar saat yağ almadan eve nasıl giderim yani… Ben de fıydım aradan, o polisin copunu hiç unutmam. Acıdan dilimin ucumun yandığını bilirim. O copu nasıl vurduysa arkadan baldırıma… Viyikleye viyikleye içeri gittim ama yağıda aldım çıktım.
Şimdi bunları yaşadığımız o dönemin içerisinde akşam oturmalarımız vardı. Komşu komşunun derdini bilirdi. Cenazesini bilirdi. Herkes birbirini çok severdi. Camiye giderdik. Avlusu bahçemizdi. Oyun oynardık ve mutluyduk. Mutluluğun hiç dışarıda falan aranmasına gerek yok.
Parayla falan mutluluk olmaz. İmkânla mutluluk olmaz. Eğer parayla imkanla mutlu olunsa, bugün bütün çocuklar mutlu olurdu.
Evlere gidin bakın kaç tana çocuk mutlu? Bir sürü ayakkabısı var. Elinin altında telefon var. Embesil gibi, bağışlayın. Cep telefonları akıllı telefonlar ellerinde, çocuklar asosyal.
Bizde, hiç bir şey yoktu. Beş tane taştan oyun yapıyorsun. Beş taş oynuyorsun. Otuz taş oynuyorsun. Taştan oyun üretiyorsun. Yani bütün anneler ve babalar biz nerede yanlış yapıyoruz sorusunu burada arayacaklar? Bir, sevgi eksikliği vermeyeceksin çocuklara. İki, normal oyun oynamasını sağlayacaksın. Çocukların sosyal diyaloga girmesini sağlayacaksın. Ve sende elinden telefonu bırakacaksın. Kitapta da bunu anlatmaya çalıştım. Bu kitap, bugün böyle ama on beş yirmi sene sonra benim bu kitabımda ne anlatmak istediğimi çok daha iyi anlayacaklar.
Hazır İstiklal Marşı Akif demişken o projenizden bahseder misiniz biraz? Çünkü İstiklal marşını ilk seslendirip kayıt altına alan ve televizyonda İstiklal marşının -tabiri caizse- ilk tefsirini yapan siz oldunuz
Evet yukarda dediğim gibi: Akif benim Hocam, üstadım, sevdalısı olduğum çile adam, Şair-i Azam ve ne yapsam da vefamı ödesem dediğim bir şahsiyetir. O yüzden – şahsım ve ülkem adına – ve bilinen seçkin şiirlerinden oluşan bir albüm yaptım ki bu ülkenin çocukları bu şiirleri bilsin ezberlesin.
1- Bir İngiliz çocuğu Shakespeare’i nasıl okuyup anlıyorsa bu ülkenin evladı da Akif’i öyle bilsin anlasın.
2- Albümdeki hassasiyet noktam şu oldu: emeği geçen herkes karşılığını alacak ve bunun maliyetini ben karşılayacağım kimsenin kuruşu girmeyecek ve sonra da bu millete hediye edilecek.
Değil mi ki o İstiklal marşını “kahraman ordumuza…” diyerek hibe etti para almadı. “Vefa”ya da yakışan bu olmalıydı.
Bundan dolayı albümün ismini “VEFA” koydum.
İstiklal Marşını geçen seferkinin aksine daha celalli okudum, gönüllere etki etsin diye de öncesinde (bunu ilk kez burada söylüyorum) abdest alıp 2 rekat namaz kıldım ve dua ettim. Yönetmen Fikret Hasani’ye de dedim ki: “Fikret ses çatlasa da cırtlasa da mikrofon patlasa da sakın kesme.” Şiirin geliş celalini hissetmiş olmalıyım ve tek okumada okudum çıktım ama sabahın 4’ünde çelik gibi oldum. Biraz ses çatlasa da samimiyeti üstünde bir çatlama oldu.
3- Şimdi isteğim ne ? Bu albüme bu ülkenin her bir ferdi bu vefayı göstersin diye bu ülkenin “Cumhur”undan “Reisi”ne herkes sahip çıkmalı.
Arzum o dur ki: Albüme, devletin tüm birimleri de destek çıksın “vefa” göstersin ve geliri de Akif’in izinden giderek -o “Hilal-i Ahmer”e bağışlamıştı- bizde bugünkü adıyla “Kızılay” a bağışlayarak onun mirasına yine onun izinden giderek “vefa” göstermiş olalım.
Ben bana düşeni yaptım kalanı yetkililerin ve bu milletin boynuna “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” diyerek de hitam-ı misk yapalım.
Ankara’da doğdunuz, büyüdünüz. İstanbul da yaşıyorsunuz. Ne söylemek istersiniz.
Biz zaten göçebeyiz. Biz Ahıska’dan gelmişiz mesela. O göçebe kültürü var. Burada kalsaydım ben siyasetçi olurdum. Siyasetten çok teklif alıyordum. Ama siyaset benim hayatımın hiç bir aşamasında olmadı. Ankara’da siyaseti tercih edersin, İstanbul’da sanatı tercih edersin.
Ben sanatı tercih ettim. Beş sene İbrahim Tatlıses’le beraber onun radyosunda, oraya transfer olarak gittim. Ondan sonra İstanbul maceramız başladı. Ardından Best Fm, Kral Fm derken devam etti. Bu gün buralara dönmek çok zor artık. Ankara’da eski Ankara değil artık yani.
Hayatınızda dönüm noktası olarak gördüğünüz şey nedir? Hulki Cevizoğlu’nun teklifi mi?
Allah razı olsun ondan Hulki Cevizoğlu’nun teklifi benim için çok radikal bir karar oldu evet. Memuriyetten bir anda istifa etmek, elini ayağını silerek çıkmak o kolay bir şey değildi. Ama çağıran Türkiye’nin sevdiği saydığı bir gazeteci Hulki Cevizoğlu dedi ki: “Bedirhan, bu senin işin değil senin sesin habere çok güzel gider.” Ben bilmiyordum, o gün sesimle haber okuyabileceğimi. Ondan sonra başladık haber okumaya.
Ve o gün babamın git oğlum demesi, izin vermesi… Ondan sonra Ankara’da haberin dünyası, medyanın dünyası… Tanıdığın insanlar değişiyor, görüştüğün insanlar değişiyor.
En tepedeki siyasetçileri tanıyorsun. Mesela, bugünün Cumhurbaşkanı da Başbakanı da herkes beni radyodan tanır. Ben de onları radyomdan tanırım.
Memuriyetten istifa etmem dönüm noktasıdır. Bir tek radyoya güvenip istifa edemiyordum. Çünkü radyodan para kazanamıyorduk. Kazanamadığım için, o büyük bir riskti. Birde memuriyet kolay kazanımlı bir şey değildi. O, Hulki ağabeyin teklifi ve ben buradayım diyerek güven vermesi çıtayı yükseltti.
İkinci en büyük risk bence her şeyi terk edip İstanbul’a gitmekti. İstanbul’a gittiğin zaman bambaşka bir şehre değil, sanki bambaşka bir ülkeye gidiyorsun yani. Bana deseler ki “İstanbul’da Avcıları geçer geçmez sağda Beykoz var”, inanırım. O kadar İstanbul’u bilmiyorum. Sonra yavaş yavaş radyoya gide gele öğrendim semtleri.
İşte Radyo Tatlıses Seyrantepe’de, evim o gün Merter’deydi, ikisi arasında gidiyor geliyordum. Ben her hafta sonu Ankara’da Kanal A televizyonunda program yapıyor, hafta içi de İstanbul’da radyo programı yapıyordum. Allah işini rast getirsin benim Amerika’da olan eniştem: “Oğlum böyle yaparsan tutunamazsın, orda kök sal. Kaçıp kaçıp Ankara’ya gelme” dedi. Evet dedim burada kök salmalıyım. Ondan sonra Allah razı olsun Kerem Alışık’tan, bende çok emeği var Kerem’in. O piyasada, Kerem oralarda bana çok şey öğretti. Onunla beraber dizi filmlerde oynamaya başladım. Başka bir camiaya, başka bir mecraya geçmeye başladık. Ama bütün bunların içerisinde kendime: “Yok dedim senin işin şiir, sen şiir adamısın, sen radyo adamısın. Sen buraya doğru yanaş.”
Evet, iki tane risk aldıysam, biri memuriyetten istifa etmek diğeri İstanbul’a gitmekti. En yakınımdakiler bile bu yapamayacak demelerine rağmen başardım. 1988’de TRT sınav açtığı zaman gittiğimde hiçbir şey olmasa bile kendimi denerim dedim. Ve kazandım.
Fıkradır ama hoş bir fıkradır manidar gelir bana. Adamın bir tanesi varmış, ömrü boyunca piyangodaki büyük ikramiye bana çıksın büyük ikramiye bana çıksın diye ömrü boyunca dua edermiş. Öldükten sonra fıkra bu ya, melekler gelmiş yani: “Ya Rabbi bu adamın ömrü geçti bitti, bu bir tane büyük ikramiye kazansaydı.” demişler. “Kazandıracaktım da bir tane bilet almadı ki.” cevabı gelmiş.
Fıkra ama bize çok şey anlatıyor yani. Şimdikiler de mesela müthiş bir tembellik var. Müthiş bir iş beğenmeme var. Müthiş bir para beğenmeme var. Yüz Yüze kitabımda da yazdım: “Bana müdürüm de.” Herkes müdürlük istiyor, anladın mı? Bizim ülke bir garip oldu.
Herkes cennete gitmek istiyor ama kimse ölmek istemiyor. Ölmeden cennete de gidilmez. Yani çalışmadan çabalamadan risk almadan olmaz.
Mesela şurada oturuyoruz. Burası bir pastane ben bu pastaneye gelsem, desem ki ben burada çalışayım. Bana derler ki: “Sen garsonluk yaptın mı?” “Yapmadım.” “Kasada çalıştın mı?” “Yok.” “İmalat bilir misin pasta yapar mısın?” “Yok.” “Dondurma çikolatadan anlar mısın?” “Yok.” “Ne yapacaksın sen?” “Beni müdür yap.” “Nasıl müdür yapayım seni?” Sen buradan geleceksin ki, dipten sen içeride mutfağın nasıl döndüğünü bilesin.
Bütün bunlar, bizi öyle bir yere getirdi ki herkes amir olmak istiyor. Kimse memuriyetten yana değil. Hep emir vereyim. Emir almayayım. Hep cakam olsun. Bunu, işte kitapta ikiye böldüm ya, daha başka anlattığım şeyler var.
İsimler koyuyoruz mesela. Onunla kendimizi avutuyoruz. İşte gidiyorsun otele bavulunu taşıyan çocuğa diyorsun “Bel boy”. Ya ne “bel boy”u “hamal”. “Bel boy” ne? “Bel boy” deyince ona bir kimlik giydiriyorsun, sanki başka bir şey oluyor. “Ne haber kovboy” diyorsun? “İyi ağabey” diyor. “Ne haber sığır çobanı” desen? “Ağabey ne diyorsun sen?” diyor. Sığır çobanı, kovboy demektir zaten. Yine örneğin, kitabı da var: “Hazine avcıları”. O da bizim “gömücüler” işte. Gömücü neyse hazine avcısı da o. Ama ismini öne koyduğun zaman daha janjanlı oluyor bu.
Ve hep oralarda kayboluyoruz. Parayı kimse beğenmiyor. Zaten işsizlik var ama hep lüks işsizlik, çok fazla var. Bununla ilgili size bir hikaye anlatayım.
Memuriyetten ayrıldım. Radyoya geçtim. Allah Rahmet eylesin Alarko’nun ortağı Üzeyir Garih vefat etmişti. Hatırasını anlatıyor bir tane: “Üniversite bitirme sınavını verdim. Hocam da Necmettin Erbakandı. Prof Dr. Necmettin Erbakan’ın dersinden geçtik. İki tane arkadaşız. İstanbul ‘da villaların olduğu zengin muhitten geçiyoruz. Geçerken de iki tane işçiyle ev sahibinin konuşmalarını duyuyoruz. Anlaşamıyorlar bir şeyde. Sonra kulak veriyoruz ki adam havuzunu temizletmek istiyor. On lira veriyor. “Bu kurtarmaz” diyor usta. “Kurtarmazsa bırak” diyor. Usta gitti, biz geldik. İki üniversite talebesiyiz. Yeni mühendis çıkmışız. “Amca biz temizleyelim” dedim. Dedi ki “oğlum on liram var. O kabul etmedi.” “Biz ikimiz kabul ederiz beşer beşer ver bize.” dedik, “Tamam” dedi. Gömlekleri çıkarttık paçaları sıvadık. Girdik havuzun içine. Havuzu pırıl pırıl temizledik. İki üç saatte de işimiz bitti, çıktık. Adam da tekstilciymiş. Bize birer takım da havlu verdi, bornoz verdi. Beşer lira da para verdi. Havluları koltuğumun altına koydum. Beş lirayı da cebime koydum. Giderken dedim ki “o adamın kurtarmaz dediği neydi? Neyi kurtarmazdı? Yani sermaye mi koyuyorsun? Malzeme mi koyuyorsun? Neyi kurtarmaz? Üç saatte biz bunları kazandık. Bu bana çok şey öğretti.”
Hani parayı beğenmeme, ego, kimseyi beğenmeme… Ben o işi mi yapacağım? Havuzu mu temizlerim. Ben şunu yaparım . Ben bunun için mi okudum? Yani, bizim yanımıza üniversite mezunu çocuklar geliyor. Çocuklara diyorum ki; radyoculuk adına ne biliyorsunuz? yayıncılık adına ne biliyorsunuz? Hemen işe girmek istiyorsun, tamam haklısın okul okudun. Ama, bak dışarıdan gelen çocuk o lise mezunu çocuk, sana bugün öğreteceğim işi sana öğretecek. İşi öğren. Bu yüzden de makam mevki isteme. Stajını adam gibi yap. Gözünü aç tutma, işi öğren. Cevval ol. Ağabey, para kazanmak. Para kazanmaya gelmedin buraya. Buraya bir şey kazanmaya geldin. İşi öğreneceksin, bu çok büyük bir kazanım. Şimdi bu ruhla gelen çocuk, orda bakıyorsun ki yırtıyor, o lise mezunu teknikerden aldığından gocunmuyor falan bilmem ben.
Sonra radyocu geliyor. Akşam, ben program yapacağım. Oğlum sen akşam program yapamazsın. Senin geçmişin ne? Radyoculuk adına tecrüben ne ? Ağabey işte ben şu radyoda çalıştım. Oğlum bak, bizim bu radyoda çalışacaksan, biz yeni gelen birine en ölü saati veririz. Pazar sabah yedi on . Herkesin uyuduğu saat. Ağabey herkes uyurken kime yapacağım. Oğlum, herkese yapmayacaksın, kendine yapacaksın. Hayatı yayıncılığı öğreneceksin, heyecanını atlatacaksın. Az bir kitleyle işi öğreneceksin. Sonra, orada atlarsan hafta sonu program yapacaksın. Onu da atlarsan hafta içine geçeceksin.
Biz, buraya geldik ama yirmi beş sene geçti yani. Para almadık. Öyle günler oldu aylarca para almadık. Çevremde çok insan vardı varlıklı. Dediler, gel Bedirhan Allah aşkına bak ben Tatlıses’te çalışırken üç yüz elli liraydı maaşım. İki yüz elli lira kiramdı . Para kalmıyordu. Ne yaptım? Sattım arabayı. Dedim yok . Burada tutunacaksam bizim atadan dededen para pul görmedik ki yani.
Bir fedakârlık yapman lazım. Bir şey yapman lazım. Hemen sana anında tutup da binler lirayı vermezler. Ankara’da daha çok kazanıyordum ama. Hem Kanal A da çalışıyordum. Hem burada Çankaya da özel bir yerin koordinatörlüğünü yapıyordum. Yani, atıyorum o günün parası iki bin lira Ankara’da ev kendinin bilmem ne. Gidiyorsun, üç yüz elli lira birde kirada oturuyorsun. Ama o gün bu fedakârlıkları yapmazsan, bugün buraya gelemiyorsun. Yavaş yavaş olacak bu işler.
Şimdi bu günkü çocuklar, azla yetinmeyen çoğu bulamaz bir slogan değil. Sıradan bir laf değil. Bununla yetinip bunu öğrenip , ardından geçtiğin zaman masa başına . Şimdi, beni radyoya çağırdıkları zaman ben koyuyorum artık kuralları. Ben diyorum bu şartlarda çalışırım.
Bakın Tatlıses’te kulakları çınlasın İbrahim ağabeyin radyonun çalışma kuralları asılıdır. Orada der ki stüdyo da çay içmek yasaktır. Çünkü birisi miksere çay dökmüş. Bedirhan Gökçe hariç yazar. Demişim ki ben başta, ben çay içerim. Hangi radyoya gidersem, ben çay içerim. Çayım olmadan gece kim olacaksa birisi olacak gece çay yapacak. Şimdi ben zaten şartımı böyle koymuşum. Ama sen, bu şartı koyman, on sene olsa gitsen desen ki çay, hadi lan derler yani.
Hadi bunu bir fırkayla anlatayım da fıkra gibi bir olay bu yaşanmış. İlaç mümessilleri vardı. İlaç mümessilleri şey yapıyorlar. İşte çok janti giyiniyorlar. Altına araba veriyorlar. Genç yakışıklı çocuklar. Bunlar gidiyorlar ilaçları tanıtıyorlar. Çocukta bir firmaya geliyor İstanbul’da ilk defa , diyor ki böyle böyle ben sizinle çalışmak istiyorum. Onlarda büyük firma tabi de beklentileriniz ne? O gününün şartlarında diyor ki , ben beş milyar maaş isterim. Opel Vectra isterim. Vectra o zaman önemli bir araba. Birde işte buraya yakın Bahçelievler de lojman gibi bir şey daire isterim. Bunun üzerine bizim şartlarınıza çok uymadı. O da sizin şartlarınızı öğrenmek isterim. Birincisi diyor beş milyar maaş istedin. Bizde on milyarın altında maaşlı çalışan olmaz. Biz büyük bir firmayız.İki, bizi temsil eden bir temsilcinin altında en az C serisi bir Mercedes olur. Üç, bizi temsil eden birisi,burada Ataköy’den başka hiç bir yerde oturamaz deyince, temsilciliğe gelen çocuk diyor ki; şaka yapıyorsunuz. Valla sen başlattın diyor.
Şimdi o maaşları buluncaya kadar. O başka yerlere götürüyor. Hiç unutmam Best Fm’e geçiyorum. Best Fm’egeçerken genel müdür dedi ki; üstat dedi sana ne maaş vereceğiz dedi? Dedim ki bende; babamdan ablamı istemeye gelmişlerdi, hiç unutmuyorum. Babama dediler ki ; Zekeriya amca geline ne takalım? Babam da dedi ki, ne takarsanız sizin şerefinizdir. Hiç unutmam. Bende dedim ki ne verirseniz sizin şerefinizdir. Ben maaş konuşmam. Ve öyle başladık.
Bugün, sevgili kardeşlerimin ister memuriyete yeni başlasın. İster özel sektörde çalışsın, fedakar olmadan, alın teri dökmeden, benim işim değil masayı silmek. Masaları silmeden. Müdürün çöpünü dökmeden, onun masasını silmeden. Bu, senin işinde olmasa geçemezsin. Bu iş fedakarlıkla olur. Egolarını gömsünler. Bir Amerikalı , bir Avrupalı nasıl çalışıyorsa öyle çalışsınlar. Ve bir gün bir yerlere gelmek istiyorlarsa on sene sonra , yirmi sene sonra bugün o fedakarlığı yapacaklar.Öyle yapmadan hemen kalkayım. Ben direkt Mercedes’lere bineyim. Direkt bu maaşları alayım öyle bir dünya yok.
TEŞEKKÜR: Sorduğumuz tüm sorulara samimiyetle cevap verip, eşsiz sohbetiyle bizleri iki saat süresince ağırlayan Sayın Bedirhan Gökçe’ye teşekkür ediyoruz.
Bu yazıya ait tüm haklar Kamupersoneli.net’e aittir. “kamupersoneli.net” şeklinde aktif link verilmesi kaydıyla içerik kullanılabilir. Link vermeden yapılan alıntılar için yasal takip yapılacaktır.©